Pazartesi, Ekim 12, 2015

Onat Kutlar'ı Nasıl Bilelim?

Bilmem Onat Kutlar'ı nasıl bilirsiniz ama ben yıllardır sinema yazarlığı, senaristliği ve o alandaki başarılarıyla tanırdım.


Türk Sinematek Derneği'ni ve Yeni Sinema Dergisi'ni kuruşuyla sinema teorisine katkıları eşsizdir. Birçok ödüllü filmin senaristidir (Yusuf ile Kenan, Hazal vs.) Ulusal başarıları bir yana 85'te Berlin Film Festivali'nde jüri üyeliği yapmıştır. O yıl, Zeki Ökten'in Pehlivan filmi de yarışmadaydı ve filmin başrolü Tarık Akan o yıl 35. Berlin Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü aldı. -Bu arada bu ödül, sanırım 8 defa Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü alan Tarık Akan'ın kariyeri boyunca uluslararası arenada aldığı en büyük ödüldür. 82'de Yol filmiyle Cannes En İyi Erkek adaylığı vardı fakat ödülü alamamıştı.- Müthiş bir seneymiş yahu sinemamız için. Şimdi Nuri Bilge Ceylan'ın Avrupa'daki başarısına ağzı açık bakan jenerasyon, zamanında Toplumsal Gerçekçi sinemamızın neler başardığını bilmiyor tabii.


Velhasıl O. Kutlar bu alandaki başarılarıyla halihazırda mühim bi adamken bir şiirine denk geldim tamamen tesadüfen. Şiiri de sineması kadar öylesine bu toprağın ürünü, bu coğrafyanın eseri ki! Dili Ahmed Arif gibi, sezgisi ve derdi de öyle. O vakit sanatını ve kuramını, biçim ve içerik bakımından farklı sanat dallarında bile bir bütün olarak yaratmış bir Onat Kutlar gördüm.


Buyrun, şiirin tadına bir de siz bakın sevgili şiyirseverler:

Mart İçin Hoyrat

Sabah erken kalktım dereler buz
Tanrı bilir ne zaman döner avcılar
Kör Süleyman gece gündüz sayıklar
Çadırı yıkılsın da bozulsun bağı
Kan izlerini sildi götürdü acı kırağı
Dolandım durdum uzun yollarda yalınız

Severim gözünü şu halime bak
Yaramı saran gümüş telli kavak

Döner durur göğün dibinde bir yabana
Kartal mı desem peşinde bir alıcı kuş
Hakkari Oramar yaylası Van gölü Muş
Genç ömrüm bir kürt kilimiydi geçti gitti
İnsan yüreği pas tutar derdi babam rahmetli
Başında bir solgun poşu ayağında çarpana

Gözünü severim bir haber salsana
Yüreğimden uçan gümüş telli turna

Uyudum uyandım bir uzun gece
Ay karanlık devir puşt hava dumanlı
Sırtımda bir hançer söğüt yaprağı
Düşte gördüm dökülmüş odamın beyaz
Kireci bahar gelmeden geçip gitmiş yaz
Kimse sormaz aç mıyım susuz mu halim nice

Gözünü severim sen söyle kiraz
Agacından doğan gümüş telli saz

Kar üstüne açmış yaz delisiydi
Erken öttü gönlümün çapar horozu
Korkarım silerler defterden bizi
Götürür ayrılığa bir tahtadan at
Tarih dokuz yüz seksen gün yirmi üç mart
Biri hasret gömleğini bir daha giydi

Yüzünü seveyim sarayım belin
Koynumda uyan gümüş telli gelin

Onat Kutlar

Çarşamba, Temmuz 22, 2015

Boğazkesen Caddesi - I

alkollüyken taksim'e girdiğimde böyle oluyor. son üçyüzaltmışbeş gecemin yarısından fazlasında olduğu gibi yine alkollüyüm. gümüşsuyu'ndan taksim'e tırmanıyorum, yine. o uğuldayan, uğuldadıkça çoğalan bir deniz kabarıklığındaki kalabalık hazırda bekleyen bir hali eşikten içeri dürtüyor ve içimi büsbütün melankoli kaplıyor. ne kadar kalabalıksanız o kadar yalnızım. hasret gültekin yanılıyor, hiçbir şey geçmiyor usulca. yahut yeterince geçmedi zaman üstümden hasret abi, bilmiyorum. bu aralar en sık yaptığım şey bilmemek. bunda huzur veren bir şeyler olmalı. şu köşedeki ihtiyar mesela, neşer ertaş'tan bir şeyler öğrenmediyse dahi elinde yıllardır salladığı bağlamanın kendisinden bir şeyler öğrenmeliydi. bu ihtiyar ilk gördüğümden beridir aynı berbatlıkta çalıyor bağlamayı. değişmeyen şeyleri bazen seviyorum ama gelişmeyen şeylerden tiksiniyorum. kendimi sevmeme nedenim bu olabilir.

ilge beni hangi barda bekliyordu, anımsamıyorum. telefona sarılıp aramaya başladım, cevap vermiyor. yürüdükçe ciğerlerim kaşınıyor. gırtlağımda bir "öks" gittikçe büyüyor. tutmakta bir mantık göremiyor ve öksürüğümü serbest bırakıyorum. ufak bir krizin ardından ağzıma dolan balgamı kaldırıma savurmamakta da bir mantık göremiyorum. sanırım sana bu balgamdan daha fazla verebileceğim bir şey yok istanbul.

"telefona niye cevap vermiyosun sen kadın?"
"duymadım ya müziğin sesi çok yüksek..."

ilge barın köşesindeki masada oturmuş, sigarasını imkansız bir biçimde içiyor. ikimizin ciğerlerinin toplamı bile tam bir organ etmiyor, yine de sigaradan vazgeçmiyoruz çünkü bu uzun vadeli bir intihar girişimi. bira bardağını tutuşu gereksiz derecede zarif. eşit derecede sarhoş, eşit derecede yalnızız. kadınlardan eşit derecede hoşlanıyoruz.

ilge'ye "göçler ve savaşlar yenilir mi," diye sorasım var. o garson kızı kesiyor. bazen kendi dertlerinizle o kadar haşır neşirsinizdir ki başkasınınkini duymaya tahammül edemezsiniz. bazense kederiniz aklınızı o kadar meşgul eder ki onu dillendirmekten dahi kaçınırsınız. ilge'ye o gece derdimi anlatmadım. garson kıza gözüm takıldığı için de olabilir. normalde ilge'yle zevklerimiz pek örtüşmez fakat garson tuhaf güzel.

o gece -yine- birini öldürmek istediğimi ilge'ye anlatamadım. kurbanım olarak garsonu seçmem kaçıncı içkiden sonraya denk geldi hatıralayamıyorum. ilge'nin ilgisini fark edip homofobisi yüzüne yansıdığında olabilir. yanlış anlamayın, genelde bu benim için geçerli bir cinayet sebebi değildir fakat o esna herhangi bir bahaneye tutunmak için çabalıyordum.

ilge'yi ayakta duramaz hale geldikten sonra taksiye bindirip kemal'e gönderdim. kendisini çocukluğundan öpüp iyi geceler diledim. kemal'i arayıp ilge'nin yolda olduğunu haber vermiştim ve telefonumu ilge'nin çantasına atmıştım kız fark etmeden. telefon sinyalim cinayetten saatler önce buralardan uzaklaşmaya başladı... kemal'in benle ilgili karmaşık hisler beslediğinin farkındayım bu arada. haksız değil. ilge'nin benim gibi garip bir adamla nasıl bir dostluğu olduğunu bir türlü anlamlandıramıyordu ve arızalarımı açığa vurup kendilerine zarar vereceğim ana dek duygularını yedekte bekletiyordu ama ben kemal'i severim. kendinden başkasına zarar veremeyecek kadar iyi niyetli. fazla iyi belki. gereksiz derecede duygularını belli ediyor, en büyük zafiyeti bu. benim zafiyetimse tam tersi...

bar kapanıncaya dek karşısındaki karanlık ara sokakta sigara içmeye devam ettim. izmaritlerimi cebimde biriktiriyorum. cebimdeki usturaya tırnağımı sürtmekten kendimi alamıyordum. bu gece birini öldürmek zorundaydım, anlamıyorsunuz. bu dünyadaki cinnetten payıma düşeni gerçekleştirmek adına, irademin kapasitesini zorlamalı, nefretimi kanla sokağa indirgemeliydim. siz hiç böyle hissetmediniz mi yani? hayır canım, bu dürtü hep cinayete sebep olmuyor elbette. bazı geceler sadece insanları bayıltana dek dövmekle yetiniyorum ama birkaç gündür bir bedenin soluşu rüyalarıma giriyor. gözlerin donuklaşması, inip kalkan bir gövdenin artık işlevsiz hale gelmesi. kalabalıktan birinin daha eksilmesi yani, yalnızlığımın azalması anlayacağınız. hiç mi geçmiyor sizin aklınızdan bunlar?

garson kız gece dörtte kapanan bu barda çalıştığına göre muhtemelen yakınlarda oturuyor. cihangir tarafında da olabilir tarlabaşı yönünde de... iki taraf da bana uyar. beyoğlu'nun her yanı gece ikiden sonra cinayet için birebir, bana inanın. buralarda oturmuyorsa da ya taksiye binecek ya da kendi aracıyla gidecek. kızda araba kullanan kadın tipi yok gerçi, belki motosikleti vardır fakat yakınlarda park edilmiş bir araç da yok.

iş arkadaşlarından biriyle çıktı bardan. deri montları çok güzel. gülüşüyorlar. sokaktan sola, cihangir'e doğru döndüler. beraber yaşayan insanlardaki alışılmış bıkkınlık yok aralarında. arkadaşlar. kadın ya bu gece herifin evinde kalacak ya da... iki sokak arkadaki otoparka gidiyor olma ihtimalleri daha yüksek. çabuk olmam gerek, sanırım herifi de öldüreceğim. otoparktan önceki son kuytuya yaklaşıyoruz, adımlarımı sessizce hızlandırıp usturayı avucuma alıyorum. hamle yapmama birkaç adım kalmışken kadının "yarın görüşürüz yiğit," dediğini duyup vazgeçiyorum. herif otoparka dönerken kurbanım sokakta ilerlemeye devam ediyor. yokuştan aşağı doğru iniyorum arkasından. aramızda birkaç metre ancak var. tedirgin olduğu hızlanan adımlarından anlaşılıyor. kurbanlarımı korkutmaktan hoşlanmam, kendimi kötü hissetmeme sebep olur bu. bir an vazgeçer gibi oluyorum fakat sokağın sonundaki karanlığa girmek üzereyiz. arkamızda kalan otoparktan yiğit'in arabası çıkıp diğer yöne doğru ilerliyor. işi çabucak bitireceğime dair kendimi ikna edip zeminde akarcasına kadına sokulup arkadan sarılıyorum ona. sol elimle ağzını kapatıyorum. kollarımın arasında o kadar güçsüz biçimde çırpınıyor ki etkilenmiyorum bile. usturayı çıkarmadım. sağ kolumu boynuna dolayarak gırtlağını sıkmaya başlıyorum. kısacık boyu yüzünden savurduğu elleri yüzüme ulaşmıyor. bu kadar güçsüz olduğunu anlamak canımı sıkıyor. anlık bir hareketimle boynunu büküp kırıyorum. kırılan omurgasının tınısını kaburgalarımda hissediyorum. bedenini kaldırımın köşesine yığıp bırakıyorum. hiç planladığım gibi olmadı. kan yok.

cebimdeki peçeteyi kullanıp dokunmadan kadının çantasından telefonunu alıyorum ve rehberden yiğit'i bulup otoparkın aşağısındaki sokakta onu beklediğimi, başımın döndüğünü söyleyen bir mesaj atıyorum. beş dakika sonra yokuşun üstünde yiğit'in arabası beliriyor. kadını kucağıma alıp sokağın ortasına geçiyorum. yiğit bizi görünce duruyor. arabadan inip deniz'e ne olduğunu soruyor telaşla. aniden bayıldı. yoldan geçerken gördüm. arka kapıyı açıyor ve deniz'i arkaya yatırıyorum. hemen hastaneye gidelim diye mırıldanıyor, şoför koltuğuna geçiyor. inik haldeki camdan onunla gelmek isteyip istemediğimi soruyor. cebimdeki elime muştayı geçirip suratına art arda birkaç yumruk sallıyorum. çenesine vurduğum son kroşe yiğit'in bilincini tatile çıkarıyor. bayılan herifin başı öne doğru düşerken kornaya değmesin diye tutup direksiyonun üstüne güzelce yerleştiriyorum onu. usturamı usulca boynunda gezdirip kanını vücudundaki kısır döngüden kurtarıyorum. cinayet aletini ensesinden içeriye doğru sokup bırakıyorum. bu benim imzam oluyor bu arada.

geriye doğru adımlar atarak köşedeki karanlığa yerleşiyorum ve yiğit'in kanının damarlarından çıkmak için harcadığı çabayı sonuna dek seyrediyorum. otoparktan çıkan bir araç bize doğru gelirken köşeyi dönüp yürümeye başlıyorum. yeni gelen aracın şoförü önündeki hareketsiz araca birkaç kez korna çalıyor, duyuyorum. gittikçe uzaklaşıyorum. herif "ilerlesene lan," diye bağırıyor. açılıp kapanan bir araç kapısının yankısı doluyor sokağa. sonra kusulan bir şeylerin asfaltta çıkardığı ıslak sesler...

birkaç sapak sonra sigara yakıp boğazkesen caddesi'ne dönüp sahile doğru iniyorum. güzel bir güneş doğacak birazdan. gazeteler kaç cinayet sonra benden bahsetmeye başlayacak acaba?

Cuma, Mayıs 29, 2015

Salvo I

koşar adım sayıldı günlü saatler
gecenin anları
battığımız yeryüzüdür rüyalara akan kulaklardan
peki neden aynalar göstermez kini
ey aranızda gezinen korkuluk gibi ben
tebeşir tozları yakılamamış kibrit çöpleri
gibi ilkokuldan hani
kimin kimliğine dönüşmedi ki yadırgadığı o yara
sıfatlar mı eksikti ünlemsiz miydi dualar
neyi esirgedik yalvarırken sana

sonra çabuk çabuk kısaldı günün saatleri
geceler an an yaşanmıştı
bir şeyler içildi gibi bir şeylerin bahsi geçti
hem oradaydım hem sizinle hem zamanla
ey aranızda ben gibi gezinen korkuluk
öperken titremek ve sünnet gibi
hafızadan da atmak o parçayı olay gibi
var mı kini ışığı yansıtabilen biri
ya da kederini görebilen o akiste
öfkemiz mi gözümüzde tuz mu
neyimiz eksikti sorarken sana niyetini

koşarak uzaklaştı gündüz ve saatler
ölü olarak ele geçirildi gecenin bazı anları
yine aynıydı yüzler yine başka ifadeli
siz de aynıydınız bizimle hep o iğreti huzur
ey aranızda korkuluk gibi gezinen ben
anne koynunda rutubet gibi
ellerini hatırlamamak gibi o herifin
bulundu mu o kuyunun dibi
bulundu mu sebepleri şeylerin
unutabilen var mı bir an da olsa
babasının artığı olduğu hissini

Salı, Mayıs 12, 2015

Annem Okumasın

otobüs köşeyi dönünce arkanda bıraktığın sefil oğlun için ağladın, biliyorum anne.

ancak bana sarıldığın an kapılar aralanıyor, oğlun dile gelecek gibi oluyor ama neyse ki sarılmalar uzun sürmüyor. yeryüzünde sana aslında anlatmak istemediğim tüm o şeyleri söyleyebileceğim kadar uzun bir sarılma yok. muhtemelen ikimizden biri mezardayken gerçekleşecek, paslanmış cümlelerle bezeli çok ertelenmiş bir muhabbeti büyütüyorum.

ben sadece doğurulmamış biri gibi geçmek istiyorum devirden. sana, bu biyolojik zincirin yalnız bu dünya için tanrı tarafından kurgulanmış, biraz da kutsanmış bir şey olduğunu anlatmak isterdim en başta. ruhlarımız anne-oğul değil esasında, bunu hiç düşünmedin. tam bunu fark edeceğin anda akşam yemeğini hemen hazırlaman gerektiğini hatırlayıp işe koyuldun.

teologların yaptığı en büyük hata, ayetleri sadece kitaplarda aramaları. fıkıhçılar kusurlu, tefsirler vasat. neden kadın peygamber yok diye soruyorlar bu bir soruymuş gibi, neden olmadığını da saçmalıyorlar utanmadan... senle konuşmak istemediğime karar verdiğim gün tanrıyla konuşmayı da kestim. bunu çok sonraları fark ettim. doğuran tüm kadınlar gibi sen de vahiy aldığından habersiz bir peygambersin. kavmin için ıstırap çekiyorsun, yaşam boyu sınavdan sınava, acıdan acıya koşuyorsun. cennet ayaklarının altında değil anne, cennet senin içinde. hepimiz ademî bir tekerrürüz. hepimizi çıkarıp bu cehenneme getirdiniz. hepimiz oraya dönmeye çabalıyoruz. bazıları bir yunanlının adını haykırıyor şüphesiz... anlasana anne, isimler değişiyor ve herkes aynı rolü kendince yorumluyor. her erkek biraz babası biraz değil, her kadın biraz annesi biraz değil ve "herkes biraz başkası".

ben sadece öğrenmek istedim: nasıl oluyor yani nasıl?! nasıl yapıyorlar, nasıl yürüyor bu tren, nasıl... pişman değilim, henüz değil ama zaman denen dev, üstüme basa basa geçiyor bazen. saniyeleri tek tek iman tahtamda hissediyorum. ruhumu söke söke ilerliyorlar. hep aynı yöne, aynı yuvaya bir şeyler taşıyan karıncalar gibi. azrail'in sayısız parçaya ayrılmış hali gibi küçük ısırıklar halinde ruhumu koparıyorlar. tik-tak, bir parça daha öldük ve hep beraber. kimse yalnız değil ölürken...

annem, benim biricik peygamberim! üzülme, senin suçun yok. ben sadece ne kadar acı çekebileceğimi anlamaya çalışıyorum. sen benim en büyük zayıflığımsın ve sana bundan daha duygusal bir cümle söyleyebilir miyim, bilmiyorum.

Pazar, Mayıs 10, 2015

12 Eylül ve Köylü Yaşar Hoca

Yörede kendi imkanlarıyla oluşturduğu bir kurumda din eğitimi veren şeyhin yanında "medrese" eğitimi  görmüş olan dedem, soyundan gelen çiftçiliğin yanında en büyük ağabeyinden başlayan bir gelenekle yıllardır kamyon şoförlüğü de yapıyordu fakat ülkenin hemen her yerine taşımacılık yapmasına ve birçok kenti gezip görmesine rağmen "medeniyet"e dair zerre kadar merak taşımadığı için köyden hiç çıkmamış insanlardan farksızdı. Ya da öyle görünüyor, öyle davranıyordu. Emin değilim.

Doğum günü önemsenmeden ve hatırlanmadan nüfusa geçirilmiş milyonlarca insan gibi o da 1980'in ilk gününde yeni yaşına girmişti: 42. Hacı olmasına 17 yıl vardı.

Bir eylül günü tam olarak kavrayamadığı duyuruyu yine milyonlarca insan gibi radyodan duymuştu. Oysa niyeti Kerkük Radyosu'ndan biraz Hasan Cizrawi dinlemekti.

Birkaç gün sonra caminin hoparlörsüz minaresinden tüm halkın köy meydanında toplanmasını söyledi müezzin. Tıpkı cami ve imam gibi müezzin de resmi değildi. O güne dek hiç birine devlet eli değmemişti. Bekçi Hasan'ın topal oğlu Keno'ydu müezzin ve minaredeki cümleler daha önce o camide hükmü olmayan bir şey tarafından bir otoriteden geliyordu. Üstelik "Bu bir emirdir," diye bitiyordu.  Türkçenin yanında yok sayılan en az iki dilde daha tekrarlandı aynı emir. "Bu bir emirdir," tümcesi o tanınmayan dillerde biraz komik bile duruyordu çünkü daha önce hiç kimse o dillerde bu cümleyi kurmamıştı veya duymamıştı. Birkaç çocuk yüz hanelik köyü kapı kapı dolaşıp haberi yayıyordu bir yandan. Yetişkin kadınlar ve erkekler meydanda, askerlerin ve araçların arasında toplandı. Bir asker elindeki birkaç sayfayı açıp yüksek sesle okumaya başladı. Kimin evinde hangi silahın olduğunu tastamam bilmiyorlardı fakat kimlerde silah olduğunu çok iyi biliyorlardı ve ivedilikle silahların teslim edilmesini, ismi okunduğu halde silahlarını teslim etmeyenlerin evinin aranacağını ya da tutuklanacağını söyledi asker.

İsmi okunanların büyük çoğunluğu silahlarını bir saat içinde getirip teslim etti. Dedem sandıktaki altıpatlarını ve duvardaki av tüfeğini getirdi. Ağabeyi Nusret -ki köyde hala deliliğiyle, köydeki kavgalarıyla, Kabe'yi tavaf ederken ayağına basan bir Arap'a küfredişiyle, şeytan taşlarken şemsiyesi gözüne battığı için başka bir hacıyla kavga edişiyle anılır- silahlarını teslim etmeyen dört kişiden biriydi. Evi ve ahırı arandı. Silahları gömmüştü, bulamadılar. Kör Neco diye anılan köyün bakkalı Necmeddin'in çok sonraları anlattığına göre kendisi tabancasını teslim etmiş ama kaçakçılardan aldığı kalaşnikofu biliyorlarmış ve ısrarla istemişler. Aramalara rağmen bulamamışlar. Oysa kalaşnikof, kara çarşaf içindeki hanımının sırtına bağlıymış ve askerlerin kadınların üstünü aramaya cesaret edemeyeceklerinden eminmiş. Kurnaz adamdı Kör Neco. Yıllar sonra dama oynarlarken Nusret Amcamla kavgaya tutuşacaklardı ve amcam kulağını ısıracaktı.

Bizim köyde işleri biten askerler bir sonraki köye doğru yola çıktığında on yaşındaki babamı ve altı yaşındaki Ömer Amcamı aramaya başladı dedem. Babamı derede "eşek balığı" dedikleri, kurbağa yavrularının henüz metamorfoz geçirmemiş hallerini yakalamakla uğraşırken buldu. Ömer Amcam ortalıkta yoktu.

Güneşin batmasına yakın meydanda oturmuş neler olduğunu çözmeye çalışan, fikir alışverişi yapan adamların kulağı akşam ezanındaydı fakat yukarı köyün yolundan bir koro sesi geliyordu. Gözler ve kulaklar yola doğru döndü. Bel kemikleri dikleşti. Evrimsel bir içgüdüyle tüyleri diken diken oldu bazılarının. Bazıları bilmedikleri ve anlamadıkları tüm bu olan biten yüzünden yanında bıçak, hançer bile taşıyordu şimdi. Sanırım dedem de korkuyordu. Hem Ömer Amcam hala ortalıkta yoktu. Yukarı köyün yolunda önce birkaç askeri cip göründü. Arkasında ise kırka yakın yaşlı ve genç erkek, üstlerinde sadece külot ya da donla koşuyordu. İki yanlarında tüyü bitmemiş askerler. Anlatan hiç kimsenin hatırlamadığı bir marşı, şarkıyı ya da sloganı önce askerler ardından çıplak köylüler söylüyordu koşarak. Bazılarının beyaz sakalları vardı ve kan içindeydi. Bazıları askerliğini yapalı henüz birkaç yıl olmuştu. İçlerinden biri "Koreli" lakabıyla anılan Kore gazisi ihtiyardı. Tek ağlayan da oydu. Güruh, askeri konvoy eşliğinde kendi köylerinden Elazığ-Bingöl karayoluna kadar koşturuldu. On iki kilometre geride kalan köylerine dönmek için koştukları yolu kullanan kişi sayısı iç çamaşırlı beş ihtiyardan ibaretti. Diğerleri utançlarından bizim köyün içinden geçmek istememiş, tarlalardan ve tepelerden köylerine gitmeyi seçmişlerdi. Bizim köye uğrayan ihtiyarlar bitkindi ve köye varamama korkusuyla dedemin 1970 model sarı kafalı Ford D1210 kamyonunun kasasına bindiler. Güneş batalı on beş dakika olmuştu. Ezan okunmamıştı. Akşam namazı için kimse camiye de gitmemişti. Nenem akşam olduğu için tavukları ve hindileri kümese toplarken Ömer Amcamı orada yarı baygın buldu. Kendine geldiğinde ciplerden ve askerlerden korktuğu için kümese saklandığını söyleyecek, otuzlu yaşlarında bu durum dile getirildiğindeyse sessiz kalan bir edebiyat öğretmeni ve türkolog olacaktı.

Koşturulan o güruh, silahlarını askerlere teslim etmek istemeyenlerden oluşuyordu. Hepsinin haneleri aranmış, samanlıkları didik didik edilmiş ve bazıları tartaklanmıştı. Koreli'nin burnu bir dipçikle tanışmıştı.

Dedem "devlet"ten her zaman korktu. Kasası değiştirilen, tornavidayla çalıştırılacak kadar yalama olan anahtar yuvasına rağmen kullanılmaya devam eden ve dedemin ölümünden üç ay sonra su tankerine çevrilmek üzere bir müteahhide bin liraya satılan sarı kafalı fordun vergileri hep başkalarınca yatırıldı. Belediyede memur olan babamla yaklaşık bir yıl boyunca konuşmadı. Haberleri evdeki sayısız çocuğuna ve torununa "Şiişşşt," diye seslenerek takip etmeye çalıştı. Demokrasiye çok az ama Erbakan'a tamamen inandı. Bana baş parmağımı kaldırtarak "milli selamet işareti" yaptıran babamı azarladı ve Erbakan'a inanmaya devam etti. Erbakan'ın öğrencileri iktidara geldiğinde babama, "Şeyhinden icazet almayan talebenin arkasından yürünmez," dedi ve o talebelere "Yalancı," dedi.  55 yıllık karısı ameliyat olduğunda hastaneye dahi gelmedi dedem. Bir gün safran kusup babamı arayarak "Yemyeşil kustum oğul," dediği ve zorlayarak hastaneye sokup mide kanseri olduğunu öğrendiğimiz ömrünün sondan ikinci ayına dek hiç bir devlet kurumundan içeriye adımını atmadı Yaşar Hoca.

Taziyesine gelen şeyhin söylediklerini ne torunları ne de yeğenlerinin çocukları anlayabildi. Ömer Amcam Türkçe anlatmasını, gençlerin o tanınmayan dili bilmediğini söyleyince şeyh, "Valla ben de Türkçe bilmiyor ki anlatsın," dedi. Türkçesi Türkçeyi bilmediğini söyleyecek kadardı.